Travmanın Etkileri
Travma, bireyin yaşamını derinden etkileyen bir deneyimdir ve fiziksel, psikolojik, ve sosyal iyilik hali üzerinde kalıcı izler bırakabilir. Genellikle kazalar, doğal afetler veya şiddet gibi hayatı tehdit eden olaylarla ilişkilendirilir. Bununla birlikte travma, süregelen duygusal istismar, tehdit içeren durumlar içinde rehin ve çaresiz bırakılma, zorbalık ve taciz, veya travmatik olaylara tanık olma gibi daha az tehlikeli görünen ancak bir o kadar yıkıcı deneyimlerden de kaynaklanabilir. Sürekli tehdit, zorbalık ya da tacize uğrayan biri, sürekli olarak korku, baskı ve duygusal acı yaşar. Sürekli tetikte ve korku halinde olmak, çaresizlik, kapana kısılmışlık hissi ve kontrol kaybına yol açarak, tıpkı fiziksel şiddet gibi travmatik etkiler yaratabilir.
Travma, anksiyete, depresyon, duygusal düzenlemede zorluk ve sürekli bir güvensizlik hissi gibi birçok psikolojik sonuca yol açabilir. Kişinin sürekli korku içinde ve kaygılı olması, çevresinde rahat hissetmesini ve gevşemesini zorlaştıran bir tetikte olma durumuna (hipervijilans) neden olabilir. Bununla birlikte travma, insanlara güvenme yetisini zedeleyerek güvenli bağlar kurmayı ve sağlıklı ilişkiler sürdürmeyi zorlaştırır.
Kötülük Problemi ve Travmanın Toplumsal Dinamikleri
Judith Herman, Travma ve İyileşme adlı eserinde, travma çalışmalarının tarihsel olarak unutulmaya ve yeniden keşfedilmeye maruz kaldığını, bu durumun entelektüel değişimlerden ziyade travmanın ortaya çıkardığı temel inançlarla ilgili olduğunu vurgular (Herman, 1992). Ona göre bu yalnızca entelektüel eğilimlerin değişmesiyle ilgili bir durum değil, aynı zamanda konunun ortaya çıkardığı yoğun tartışmaların ve temel inanç sorunlarının bir sonucudur. Herman, travmanın toplumsal dinamiklerle nasıl kolaylaştırıldığını ve iyileşmeyi nasıl engellediğini inceler ve travma çalışmanın bizi hem insanın kırılganlığıyla hem de “insan doğasındaki kötülük kapasitesi” ile yüzleşmeye zorladığını belirtir.
Doğal afet veya kazalara kıyasla insan eliyle gerçekleşen travmalar, sorumluluk, ahlak ve gerçeklik kavramları üzerine daha karmaşık soruları gündeme getirir. Herman’ın (1992) ifade ettiği gibi, “İnsan eliyle gerçekleşen travmatik olaylarda, tanıklar mağdur ve fail arasındaki çatışmanın ortasında kalır. Bu çatışmada ahlaken tarafsız kalmak imkânsızdır. Tanık bir taraf seçmek zorunda kalır.” (s. 7). Mağdurun yanında yer almak, travmanın gerçekliğini kabul etmeyi, acının yükünü paylaşmayı ve sorumluluk talep etmeyi gerektirir ve bu da güvenlik ve adalet konusundaki varsayımlarımızı sarsar. Bu tür bir savunma mekanizması travmanın inkâr edilmesine ve hafife alınmasına yol açabilir. Çünkü failin yanında yer almak ve “güvenli ve adil dünya” yanılsamasını sürdürmek daha kolaydır.
İnsan zihni, kavrayabileceğinin ötesindeki kötülükleri reddetme eğilimindedir. Bu reddediş, dehşet verici olayların beslendiği bir inançsızlık ve direnç ortamı yaratır. Toplumsal ve bireysel düzeyde bir savunma mekanizması olarak işlev gören bu inkâr, kabul edilemez gerçeklikle yüzleşmekten kaçınma arzusundan kaynaklanır. Holokost, bu olgunun tarihteki en çarpıcı örneklerinden biridir. Holokost’un dehşeti ortaya çıktığında, dünya uzun bir süre böyle bir vahşetin gerçekliğine inanamadı. Böylesine sistematik bir vahşetin gerçekliğine inanmakta yaşanılan güçlük, insanlığın kötülük karşısında ne kadar savunmasız olduğunu gösterir. Dehşet verici olaylar çoğunlukla gizlilik içinde gerçekleştiğinden ve inanmamayı tercih eden bir toplum tarafından görmezden gelindiğinden, kötülük bu karanlıkta güçlenir. Fail, eylemlerini sürdürebilmek için bu inkâra güvenir. İnsanlar, bu tür olayların gerçekliğiyle yüzleşene kadar, kendi iyimserlikleri veya saflıkları içinde bu korkunç olaylara bilmeden alan açabilirler. Travmanın inkârı ve hafifletilmesi, bireylerin ve toplumların “kötü şeylerin gerçekten olmadığı” yanılsamasına sığınmalarını sağlar. Ancak bu inkâr, travmanın yarattığı olumsuz döngüyü besler ve mağdurların izole ve çaresiz hissetmelerine neden olur.
Toplumsal tepkiler, mağdurları susturarak ve itibarlarını zedeleyerek güvenin daha da aşınmasına neden olur. Herman’ın vurguladığı gibi, failler suçlarının sorumluluğundan kaçmak için gizlilik ve sessizliği kullanır. Unutmayı teşvik ederek cezasız kalmaya çalışırlar (Herman, 1992). Gizlilik işe yaramazsa, fail genellikle mağdurun itibar ve güvenilirliğine saldırır ve istismarı inkar etmek, rasyonelleştirmek veya haklı çıkarmak için bir dizi argüman kullanır. “Her zulüm sonrası tahmin edilen sözler duyulur: olay hiç yaşanmadı; mağdur yalan söylüyor; mağdur abartıyor; mağdur kendi mağduriyetine kendisi sebep oldu; ve her halükarda artık geçmişi unutma ve devam etme zamanı.” (s. 8).
Mağdur, inanılması güç bir deneyimi anlattığında, söyledikleri sanrı ya da halüsinasyon olarak değerlendirilebilir ve psikotik bir bozuklukla ilişkilendirilebilir. Travmaya özgü güç dinamikleri, çoğunlukla failin olaylara ilişkin versiyonunun galip gelmesine olanak tanır; özellikle mağdur daha güçsüz konumdaysa. Herman’ın belirttiği gibi, “Fail ne kadar güçlüyse, gerçeği tanımlama ayrıcalığı da o kadar büyük ve argümanları o kadar geçerli olur.” (Herman, 1992, s. 8). Bu durum, mağdurun kendisini yalnız bırakılmış ve duyulmamış hissetmesine, deneyimlerinin dile getirilemez hale gelmesine ve acısının geçersiz kılınmasına yol açabilir. Herman’ın gözlemlediği üzere, “Destekleyici bir sosyal çevre olmadan, tanık genellikle kafasını başka yöne çevirme eğilimine yenik düşer… Mağdur zaten değersizleştirilmişse (bir kadın ya da bir çocuk), hayatındaki en travmatik olaylar toplumsal olarak doğrulanmış gerçeklik alanının dışında kalabilir. Yaşadıkları dile getirilemez hale gelir.” (s. 8).
Travma mağdurlarını itibarsızlaştırma ve susturma eğilimi, travma çalışmalarında tekrar eden bir temadır. Herman, travma mağdurlarının inandırıcılığı ve deneyimlerinin gerçekliği üzerine süregelen tartışmaya dikkat çekerek, toplumun travmanın gerçekliğini kabul etme konusundaki direncini aşmanın kalıcı bir zorluk olduğunu vurgular (Herman, 1992). Bu durum, travma mağdurlarını destekleyen ve onaylayan, sessizliklerini bozmalarına, deneyimlerini geri kazanmalarına ve iyileşme sürecine başlamalarına olanak tanıyan bir sosyal çevre yaratmanın ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Güvenin Yeniden İnşası ve İyileşme Süreci
Güvenin yeniden inşası, iyileşme sürecinin en önemli adımlarından biridir. Travma, bireyin başkalarına, kendine ve dünyaya olan güvenini yerle bir edebilir. Hayatta kalanların kendilerini onaylanmış ve güçlü hissettikleri güvenli alanlar yaratmak, iyileşme ve büyümeyi destekleyen bir ortam sağlamak açısından hayati önem taşır. Bu, sadece bireysel destek sağlamayı değil, aynı zamanda sağlık, eğitim, sosyal hizmetler ve adalet sistemi gibi alanlarda travma bilincine sahip yaklaşımları teşvik eden sistemsel değişiklikleri de gerektirir.
Sonuç olarak, travmadan iyileşmeye giden yol, hem bireysel hem de toplumsal yaraları ele alan çok boyutlu bir yaklaşım gerektirir. Travmanın karmaşık dinamiklerini anlayarak, inkâr ve sessizliğin etkilerini kabul ederek ve güveni, güvenliği ve güçlendirmeyi önceleyen ortamlar oluşturarak, hayatta kalanların yalnızca duyulduğu ve onaylandığı değil, aynı zamanda iyileşme yolculuklarında desteklendiği bir dünya yaratabiliriz.
Kaynak:
Herman, J. L. (1992). Trauma and recovery: The aftermath of violence—from domestic abuse to political terror. Basic Books.